Özellikle yapay zeka teknolojisinin gelişimiyle bize resmedilen geleceği kötüleme davranışı aslında insan türünün köklerinden gelen ve peşimizi hâlâ bırakmayan en ilkel dürtülerimizden biri. Kimilerine göre bu dürtü gelişimimizi yavaşlatarak bizi engellerken, kimilerine göre ise tedbirli davranmamızı sağlayarak daha büyük problemlerle karşılaşmaktan koruyor.
Esprili bir yaklaşımla “Nerede o eski bayramlar?” sendromu olarak da adlandırabileceğimiz, geçmişe ve eskiye özenme, geleceği kötüleme; insan olarak bir türlü kurtulamadığımız köklerimizden gelen ve peşimizi hâlâ bırakmayan en ilkel dürtülerimizden biri. Kimilerine göre bu dürtü gelişimimizi yavaşlatarak bizi engellerken, kimilerine göre ise tedbirli davranmamızı sağlayarak daha büyük problemlerle karşılaşmaktan koruyor. Peki sizce hangisi? Hızlı ilerleyişimiz bizi kıyamete mi götürüyor? Zihnimizin sınırlarını kaldırırsak ilerleyişimiz çok daha hızlanır mı? Yoksa artık yavaşlamanın zamanı geldi mi demeliyiz?
Merakımızın kısa tarihi
Tam olarak yaşadığımız hangi şeyler bizi bu hale getirdi bilmiyoruz ama kendimizi her daim güvene alma yönündeki ilkel dürtülerimizi dizginlememizi engelleyen ve sürekli distopyalar görmemizi sağlayan bir iç benliğe sahibiz. Örnek vermek gerekirse, şu an medyada da sıklıkla yer verilen, robotların geleceğiyle ilgili ne zaman bir haber duysak pek çoğumuzun içini korku bulutları kaplıyor ve şu soru çınlıyor kulaklarda: Bir gün dünyamızı ele geçirecekler mi?
Bu içerik ücretsiz!
Okumaya devam etmek ve SHERPA Blog okuru olmak için aşağıdakilerden birini seç. Her hafta yenileri eklenen yüzlerce içeriğe ücretsiz ve sınırsız eriş.
Bugünkü bilimsel veriler ışığında değerlendirdiğimizde, Homo sapiens dünyadaki milyarlarca farklı tür içinden sıyrılarak bu gezegenin egemen türü olmayı başardı. Karşılaştığı bütün farklı iklim koşullarına uyum sağlamak yerine onları alt etti, hatta değiştirdi (bknz. klimalarımız ve kombilerimiz). Ama takdir edersiniz ki bunu yapmasını sağlayan güçlü kaslara, onu sıcak ve soğuk havadan koruyacak kalın bir deriye, kendisini savunacak keskin pençelere ve dişlere sahip değildi. Aksine, sahip olduğu kadarını da gelişim süreci içinde kaybetti. Çünkü bütün enerjisini — bugün milyonlarca insanın bir arada yaşamasını sağlayan — yaşadığı çevreyi, ihtiyaçlarını karşılayan koşullarla donatılmış bir medeniyet inşa etmesini sağlayacak iki şey için kullandı: Bilinç sahibi olmak ve bireyler arası ortaklık ve ticaret (takas) ilişkileri kurmak.
Bu dönüşüm, türümüz için bütün gidişatı değiştirdi. Aslında sadece beslenme ve barınma gibi iki temel ihtiyacını karşılamak, bu yaban dünyada kendine bir yer bulmak için yola çıkan türümüz, yetinmeme duygusunun tetiklediği merakıyla aşağıdaki dünyayı gerçek kılacak noktaya geldi:
Yukarıdaki gelecek projeksiyonunu izlerken hemen hemen hiç kimse paniklemez. Güzel bir müzik eşliğinde, hayatımızın ne kadar da kolaylaşacağını düşünürüz. Peki ya Matrix’te Neo’nun, kırmızı hapı yuttuktan sonra gördüklerini izlerken de bu kadar rahat olabildik mi? Aslında ikisinin de bahsettiği dünya aynıydı. Bu iki durumda hissettiklerimizin farklı olmasının sebebi, bir şeylere sahip olurken kaybettiklerimizi görme hali. Bu, içimizdeki o derin dürtüleri harekete geçiriyor ve savunmaya geçiyoruz. İşte bu refleksin sebebi ise konfor alanımızı koruma içgüdümüz. Başka bir ifadeyle, amanağzımızın tadı kaçmasın, kimse başımıza icat çıkarmasın.
Ama içimizden birileri ağzımızın tadını kaçırdı ve başımıza hep icat çıkardılar. 🙂
Neden değişimden korkmaya başladık?
20. yüzyılın sonlarına kadar insanlar için aslında her şey normaldi. Bir insan, yaşamı boyunca — eğer şanslıysa — belki bir tane olağanüstü icat görebilirdi ki bunun hayatı üzerinde ne kadar etkisi olabileceği tartışılır. 17. ve 18. yüzyıl içinde gerçekleşen olağanüstü keşiflerin, normal şartlarda yaşayan bir insanın hayatı üzerinde, 200 yıl boyunca neredeyse hiç etkisi olmadı. Gelişmeler o kadar yavaştı ki değişimin farkına bile varılmıyordu. Bugün artık her şey çok farklı. Önceki jenerasyon diye bahsettiğimiz insanlarla aramızda sadece 10 yıl var. Bu durum ise etrafımızdaki değişimi hissetmemize ve konfor alanımızın bozulmasına karşı savunma duygumuzun tetiklenmesine sebep oluyor. Bir şeyler fazla hızlı gidiyor ve buna karşı ne yapabileceğimizi net olarak bilemiyoruz. Bu bilinmezlik de bizi, felaket senaryoları üreterek sahip olduğumuz alanı koruma yoluna itiyor.
21. yüzyılın başına kadar insan, temel ihtiyaçlar noktasında sahip olabileceği neredeyse her şeye erişti. Sonra, etrafımızda bir şeylerin ters gitmeye başladığını hissettik ve gelişim yönümüz ile hızımız değişti. Bunun sebebi elbette artık elimizdekilerle yetinmeye karar vermemiz değildi. Hiç düşünmediğimiz bir şeyi fark etmeye başladık. Sahip olduğumuz her şeyin bir bedeli vardı ve bu bedeli gezegenimiz bize ödetmeye başlamıştı. Küresel ısınma, doğal olmayan iklim değişikliklerinin meydana getirdiği afetler, kıtlık ve bolluğun aynı anda yaşandığı bir gezegen, yaşam koşullarımızı iyileştirmemize rağmen ortaya çıkan yeni hastalıklar vs.; tüm bunlar bizi durup düşünmeye ve o eski günleri anmaya itti. Peki, o eski günler gerçekten derdimize derman olabilecek kadar güzel miydi? Bununla ilgili, Matt Ridley’nin Akılcı İyimser kitabında 18. yüzyıl sonlarına dair çizdiği mükemmel tabloyu sizinle paylaşmak istiyorum:
Tarihin 1800, yerin de Batı Avrupa ya da Kuzey Amerika’nın doğusu olduğunu hayal edin. Aile, ahşap evin ortasındaki ocağın etrafında toplanmış. Baba yüksek sesle Kitab-ı Mukaddes’ten parçalar okurken anne soğanlı et güvecini tabaklara pay ediyor. Ağlayan bebeği ablalarından biri yatıştırmaya uğraşırken, büyük oğlan masanın üzerindeki çömlek kupalara testiden su döküyor. En büyük abla ise ahırda atı besliyor. Dışarıda ne trafik gürültüsü ne de uyuşturucu satıcıları var; ayrıca ineğin taze sağılmış sütünde dioksinlere ya da radyoaktif serpintiye rastlamak mümkün değil. Her şey huzur ve sükunet içinde; pencerenin dışında kuş şakıyor.
Ne kadar güzel değil mi? Tam hayal ettiğimiz hayat. O zaman devamını da yazıyorum:
Hadi ama! Bu aile köyün hali vakti yerinde ailelerinden biri olsa bile, babanın Kitab-ı Mukaddes’i okuması akciğerlerinden gelen öksürüklerle ikide bir kesilmekte; çünkü bu öksürükler elli üçüne geldiğinde babayı öldürecek olan hastalığın, yani zatürrenin belirtisi. Üstelik şöminede yanan ateşin dumanı bu illete hiç yaramaz. Bebek çiçek hastalığından ölecek, zaten ağlatan da o. Ablası yakında sarhoş bir kocanın malı olacak. Oğlanın döktüğü suda aynı şekilde su içen ineklerin tadı var. Diş ağrısı anneye işkence ediyor. Soğanlı güvecin rengi gri ve kıkırdaklı, bununla birlikte et aslında sofralarında yulaf lapası dışında nadiren gördükleri bir değişiklik, ayrıca bu mevsimde meyve ya da salatalık yok. Tahta bir kaseden tahta kaşıkla yiyorlar. Mumlar çok pahalı, dolayısıyla şömine ateşiyle yetiniyorlar. Ailede şimdiye kadar kimse tiyatroya gitmemiş, piyano dinlememiş, resim yapmamış. Birkaç yıl süren okul eğitimi papaz evinde bağnaz bir despotun öğrettiği adalı bir Latince’den ibaret. Baba bir keresinde şehre inmiş fakat bu seyahat bir haftalık kazancına mal olmuş, ötekiler ise evden on beş milden fazla asla uzaklaşmamışlar. Her kızın iki yün elbisesi, iki keten gömleği ve bir çift ayakkabısı var. Babanın ceketi bir aylık kazancına patlamış fakat artık ceketini bitler sarmış. Çocuklar yere atılmış saman döşeklerde ikişer ikişer uyuyor. Pencerenin dışındaki kuşa gelince, evin oğlu yarın onu tuzakla yakalayıp yiyecek.
Geçmişe duyulan bu pembemsi özlemin genelde varlıklarla sınırlı olduğuna dikkat edin. Tuvalet ihtiyacını evin dışındaki bir çukurda gidermek zorunda olmayınca, köylünün hayatına duyulan melankoli hissini cilalamak kolaydır.
Şimdi kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Ben ilk okuduğumda bütün hayallerimin yıkıldığını hissettim. Çünkü asla böyle bir hayat yaşamak istemem. O halde; yaşasın GDO’lu gıdalar, yaşasın CO2. Öyle mi?
Felaket senaryolarını sorgulayın
Yukarıdaki tabloya baktığımızda, şu an sahip olduğumuz hiçbir şeyden vazgeçmek istemediğimizi siz de fark etmişsinizdir. Evet, bu gezegende sahip olduğumuz her şeyin bir bedeli var. Ancak bu, bütün teknolojik gelişimi durdurup eski organik hayatımıza dönebileceğimiz anlamına gelmiyor. Basit bir mumun pahalı olduğu bir dünya şu an bize çok komik geliyor. Geçmişte tamamen lüks olarak görülen birçok şey, bugün insan yaşamı için zaruri ihtiyaçlar haline gelmiş durumda. Elektrik ve suyu bir kenara bırakın. Bugün birçok ülkede internetin insani bir hak olduğu, herkesin erişimine açılması gerektiği tartışılıyor.
Her ne kadar nehirleri, ağaçları sevsek de pek çoğumuzun bunun için elektriğinden vazgeçmek istemeyeceği bir rahatlığın içinde yaşıyoruz. Bunu kendimize itiraf etmemiz zor olsa da gerçek apaçık ortada. Bu yüzden distopyalarla vakit kaybetmek yerine farklı bir bakış açısıyla geleceğe bakmayı öğrenmeliyiz. Matt Ridley’nin Akılcı İyimser kitabındaki bir istatistiği paylaşmak istiyorum.
Bugün insanlar dünyada elverişli karasal alanların sadece %38’ini kullanıyor. Oysa, 1961’in verimiyle bugünün nüfusunu beslemek zorunda kalsaydık, verimli alanların %82’isini kullanmamız gerekecekti. Tarıma yoğunlaşma ve teknolojinin gelişmesi gezegenin %44’ünü kurtarmamızı sağladı.
Bu %44’lük dilimi, ne yazık ki tarım ilaçlama ve gıdalar üzerinde yapılan genetik çalışmalara borçluyuz. Bu nedenle, geleceğe yönelik kötümser bakış açımızı değiştirmeliyiz. Gıda, elektrik, barınma ve ısınma ihtiyaçlarımızı görmezden gelemeyiz. Bugün dünyanın bir köşesi bolluktan obeziteyle savaşıyorken, diğer bölümü kıtlıkla mücadele ediyor. Buna rağmen, neredeyse hiçbirimiz, bu kadar fazla miktarda gıdaya erişim imkanından rahatsız olmuyoruz. Ancak kıtlıkla mücadele edebilmek için, büyük ülkelerin yardımları yerine daha verimli bir üretim şekline, bunun sağlanması için de genetik çalışmaların hızlandırılmasına ihtiyacımız var. Yardımlar hiçbir sorunu kökten çözmeyecek ama bilimin gelişimi bir sorunu hayatımızdan silebilir. Kenyalı bilim insanı Florence Wambugu‘nun şu tespiti, düşüncelerimizi değiştirmemiz için haklı bir sebep sunuyor:
Siz gelişmiş dünyanın halkları, genetiği değiştirilmiş gıdaların meziyetlerini tartışmakta kesinlikle özgürsünüz fakat daha önce biz biraz yesek olmaz mı?
Tabi ki bu, zararlı olduğunu zaten bildiğimiz birçok şeyi olduğu gibi bırakmamız anlamına gelmiyor. Ancak bu zararlar için ödememiz gereken bedeli en aza indirecek teknolojiler üzerinde çalışarak geleceği çok daha iyi bir hale getirmek mümkün. Daha önce yayınlanan, Doğanın tasarımı: Biyomimikri yazımda aslında geleceğe bakış açımızı olumlu yönde değiştirdiğimizde daha etkili çözümler üretebildiğimizle ilgili güçlü bir örnekten bahsetmiştim. Aynı şekilde, hayatımızdaki her teknolojiye ve geleceğe daha umutla bakmayı seçmek, karşımızdaki sorunlarla çok daha etkili bir şekilde mücadele edebilmemizi sağlar. Sahip olduğumuz olanaklar sayesinde artık daha fazla girişimci fikirlerini hayata geçirebiliyor. Gelişimeye dair karamsar bakış açımızı değiştirdiğimizde, bunun yansımalarını yeni girişimlerde de görmeye başlayacağız.
Yeni teknolojiler geliştirebilme yeteneğimiz tükenmiş değil. Fikirlerimizi ve yöntemlerimizi bu temel ihtiyaçlar üzerinde yoğunlaştırırsak yaşamımız ve gezegenimiz için çok daha etkili çözümler bulmamız mümkün.