Alışveriş sepetiniz şu an boş
Tüm eğitimlere göz atarak ilgi duyduklarını sepetine ekleyebilirsin.
Alışveriş sepetiniz şu an boş
Tüm eğitimlere göz atarak ilgi duyduklarını sepetine ekleyebilirsin.
Deneyim: Descartes gibi düşünürlerin nemesisi olmuş bir kavram. Peki bu kelimenin derinliğini gerçekten kavrayabiliyor muyuz?
* SHERPA Blog’un “Her şey, tasarım.” isimli kitabından esinlenilmiştir.
Deneyim… Tanımı sayfalar dolusu makaleye konu (1), bağlamı birçok farklı disiplinin ilgisine mazhar olmuş kompleks bir mesele. Bu hengameden uzak başka bir dünyada ise pek çok insanın dudağından bir çırpıda dökülüveriyor o kelime; “Deneyim”. Hatta kimisi onu tasarlamaktan bahsediyor. Peki sarf ettiğimiz bu kelimenin derinliğini gerçekten kavrayabiliyor muyuz?
Öyle anlaşılıyor ki bazılarımız için deneyim sadece hayatımızın akışı içinde bize sunulan hizmetlerle etkileşimimizden ibaret. Deneyim sadece bir mobil uygulamanın ya da bir ev aletinin on/off düğmeleri arasında tasarlanmayı bekleyen bir zaman dilimi. Oysa her şey deneyim. Gördüğünüz rüyadan, yediğiniz yemeğe, hatta asansör beklerken aklınızdan geçen rotasız düşüncelere kadar her şey; birbirinden çok uzak görünen mekanizmaların şaşırtıcı bir uyumla yarattığı öznel ürünler. Kimliğinize dair tüm kayıtlar, dış dünyayla ilgili girdiler, bu girdilere dönük sezgiler ve başka sayısız sinaptik bağlantılar yoluyla zihniniz; şimdi, her daim ve durmaksızın size bir deneyim inşa ediyor. İster müzik yapmak gibi sevdiğiniz bir meşgale süresince mest olmuş (2) bir ruh haline bürünün, isterseniz hiçbir uğraşıyla meşgul olmadığınız o bekleme (3) modunda kalın, zihniniz her an size bir deneyim inşa etmek için var gücüyle çalışıyor.
Okumaya devam etmek ve SHERPA Blog okuru olmak için aşağıdakilerden birini seç.
Her hafta yenileri eklenen yüzlerce içeriğe ücretsiz ve sınırsız eriş.
Böylesine bir kapsayıcılık ve bütünlük söz konusuyken deneyimi zihnin eşsiz yapısıyla anlamaya çalışmak yerine, tasarlanabilir olmanın dar çerçevesine sıkıştırmak ancak sığ ve indirgemeci bir perspektif sağlayabilir. Oysa ki tasarım entelektüel bir iştir; bütünü bir araya getiren tüm bileşenleri özümseyerek bir bakış açısı sunmayı gerektirir. Entelektüel bilinç ise ancak özü aramaya muktedir, meraklı zihinlerde var olabilir. Dolayısıyla deneyimi tasarlarken tasarımın entelektüel doğasını yansıtabilmek için deneyimin özünü kavramaya cesaret etmek gerekir. Daha somut tarafıyla ise öze yönelik bu kavrayış, tasarımın içeriğini de kaçınılmaz olarak zenginleştirir. Deneyimi oluşturan zihinsel mekanizmaların işlevleri ve birbirleriyle olan etkileşimleri anlam kazandıkça, tasarım da hedeflendiği şekilde daha uyumlu ve daha işlevsel bir nitelik alır.
Yukarıda atıf yapıldığı üzere beynimiz milyarlarca nöron bağlantısının etkileşimiyle işleyen devasa bir sistem. Bu sistem, çevresinde olup bitenleri anlamlandırmak için duyularımız vasıtasıyla dış dünyaya ait bilgileri edinip, yeni ve eski verileri kıyaslayarak örüntüler arar. Bunu yaparken karşılaştığı boşlukları, sahip olduğu beklentilere göre doldurur ve deneyim dediğimiz gerçekliği bu kesintisiz bütün içinde oluşturur. Birkaç saniyeliğine görseldeki bu kişinin nereye doğru sallandığını algılamaya çalışın.
Muhtemeldir ki bir kısmınız bu kişinin öne doğru sallandığını düşünürken, bir kısmınız da hareketin kameraya doğru gerçekleştiğini düşünecektir. Bu örneğe dair ilk tespit algılarımızdaki bireysel farklılıkları ortaya koyuyor olabilir. Ancak burada daha ilginç olan, cevabın zihinden zihne farklılık göstermesinden öte aynı zihnin aynı olaya dair farklı gerçeklikler yaratabilmesi. Eğer kendinizi biraz zorlarsanız ilk bakışta algıladığınız yönün tersine bir hareket olduğunu düşünmeniz oldukça mümkün. Bir an için görüntüye dair sahip olduğunuz şaşmaz algı bir sonraki an bambaşka bir gerçekliği önerebilir. Buradan hareketle söylenebilir ki beynimiz dışarıdaki dünyayı mutlak bir gerçeklik olarak keşfetmiyor, onu beklentilerimizin güdümünde inşa ediyor. Dahası, beynimizin bu çalışma şeklinin etkilerini, farklı birçok bilişsel mekanizmada görebiliyoruz. Her fırsatta andığımız deneyimin inşası işte bu mekanizmaların koordinasyonuyla gerçekleşiyor. Sistemin çok genel bir çerçevesini çizdikten sonra resme bir adım daha yakından bakarak kısaca bazı mekanizmaların işleyişlerine değinelim.
Bu mekanizmalardan bir tanesi duyular arası etkileşim (ing: cross-modality). Örneğin McGurk Etkisi (McGurk & McDonald, 1976) olarak bilinen fenomende olduğu gibi bir kimsenin seslendirdiği bir hece, gördüğümüz dudak hareketleriyle uyuşmadığında sesi dudak hareketlerine uydurarak algılarız. Yani seslendirilen hece aslında değişmezken görsel olarak sunulan dudak hareketleri manipüle edildiğinde, örneğin, başta “Ba” olarak duyduğumuz sesi “Fa” olarak duymaya başlarız.
Bu etkide görsel verilerin, işitsellere baskın şekilde algı seviyesine çıktığını görüyoruz. Tersi yönde bir baskılamanın mevcut olduğu hareket-sekme etkisinde (ing: motion-bounce illusion) ise; iki boyutlu bir düzlemde birbirine yaklaşan ve birbirine teğet geçecek iki topun hareketini, basit bir ses efektiyle; çarpışıp yön değiştiriyorlarmış gibi algılayabiliyoruz (Watanabe & Shimojo, 2001).
Burada devrede olan beynimizin evrimsel süreç sonunda geliştirdiği bir çalışma prensibi. Beynimiz, doğada hızlı ve verimli karar alabilmemiz için; duyulardan gelen elektrokimyasal sinyalleri işleyip, tutarlı bir bütün olacak şekilde birleştiriyor. Sonuçta ortaya çıkan öznel deneyimimiz, beynimiz parçaları nasıl birleştirdiyse öyle şekilleniyor. Deneyim tasarımı perspektifinden baktığımızda bu parçaların birbirleriyle etkileşimlerini anlamak, tıpkı büyük katedrallerin mimarisinde olduğu gibi birden çok duyunun beslendiği bütün bir medyum yaratıp, deneyimi medyumun uyumlu bir parçası olarak tasarlamaya olanak sağlayabilir (4).
Saphire-Whorf hipotezi olarak popülerleşen dilsel görelilik (linguistic relativity) kavramı da hayli ilginç görüler sağlıyor. En basit anlatımıyla bu görüş; konuştuğumuz dilin düşünüş şekillerimizi etkilediğini öne sürer (5). Bilimsel çalışmalara göre dilimiz gerçekten de bazı bilişsel süreçlerde etkin role sahip. Örneğin, konuşulan dilin dış dünyanın içkin özelliklerini (renk, şekil vb.) tanımlama biçimi, bu özelliklere yönelik algılarımızı etkileyebiliyor. Mavi renginin tonları için ayrı kelimeler tanımlayan Rusça dilini (bkz:“goluboy”, “siniy”) konuşanlar, mavinin tonlarını ayırt etmeyi gerektiren bilişsel görevlerde, bu tonlar için sipesifik kelimeler barındırmayan İngilizce dilini (bkz: “light blue”, “dark blue”) konuşanlara kıyasla daha başarılılar (Winawer ve arkadaşları, 2007). Başka bir deyişle Rusça dilinde mavinin tonlarına ait özel kelimeler bulunması o dili konuşanlara mavinin tonlarını ayırt etmede anlamlı bir avantaj sağlıyor.
Öyle ki aradaki fark, verilen görevin zorluğu arttıkça daha da belirginleşiyor. Buradaki örnek, olgulara dair algılarımızın dilin bu olgulara atfettiği öneme orantılı olarak keskinleşebildiğini gösteriyor. Bunun yanısıra dilin dış dünyayı algılarken odağımızı nereye vereceğimizi belirlemekte de etkili olabildiğini görüyoruz. Bir eye-tracking araştırmasının sonucu (von Stutterheim, 2012), dillerin sahip olduğu bazı yapısal farklılıkların, kişilerin görsel odağını etkilediğini ortaya koyuyor. Basitçe bu çalışmada bilim insanları dilleri; eylem bildiren cümlelerde tipik olarak bir varış noktası (İng: endpoint) gerektirenler ve gerektirmeyenler olarak iki gruba ayırıyor (6).
Yapılan bir dizi test sonucu, varış noktası koşullayan dilleri konuşanların, hareket bildiren görselleri incelerken odaklarını ilk andan itibaren potansiyel bir varış noktasında yoğunlaştırdıkları görülüyor. Spesifik olarak; örneğin Almanca konuşan insanlar, hareket halinde bir arabanın görseline baktıklarında odakları yoğun olarak aracın ilerlediği varış noktasına yöneliyor. Fakat yapısında bu koşulu barındırmayan İngilizce dilini konuşan insanların odaklanmalarında anlamlı bir bulguya rastlanmıyor. Dolayısıyla günlük dilimizi kurgulama şeklimiz, bazı görsel uyaranlara yaklaşımımızı da belirliyor. Sayısal, uzamsal ve zamansal algıdaki farklılıkları da inceleyen pek çok benzer araştırma dilin, beynin işleyişine etki ettiğine dair bazı veriler sunuyor. Bu etkinin kapsamı güncel olarak tartışılan bir konu olsa da etkiyi tespit edebildiğimiz bilişsel mekanizmaların çeşitliliği, deneyimin tasarımı için engin bir kaynak potansiyeli taşıyor. Belki de yakın bir gelecekte tasarımcıların kullanıcıyı anlamak için kullanıcının konuştuğu dilin ayak izlerini takip ederek, bu izlerin yarattığı zihinsel etkileri incelemeleri bir standart haline gelecek.
Son olarak, yazıda çizmek istediğim çerçevenin çok önemli parçaları olan ancak daha geniş kapsamlı bir inceleme gerektirdiği için burada yer vermediğim iki önemli kavramı da anmakta fayda görüyorum; bellek ve duygu. Bu iki kavram deneyimin inşasında hemen tüm süreçlerin merkezinde yer alıyor. Onları da içeren kapsamlı bir inceleme başka bir yazının konusu olsa da önemli bir dönüm noktasına işaret etmesi sebebiyle duygunun deneyim tasarımına somut bir katkısına kısaca değinmek istiyorum.
Deneyimi tasarlamak kadar tasarımın verimliliğini ölçümlemek de önemlidir. Buradan hareketle, bilimsel literatürdeki çalışmalardan faydalanarak çeşitli ve nitelikli metrikler üretmek mümkün olabilir. Örneğin günümüzde, spordan sağlığa uzanan geniş bir yelpazede beyin sinyalleri ölçümleme uygulamaları kullanılıyor. Çok yaygın olmasa da kullanıcı deneyimi üzerine çalışan bazı kuruluşlar da bu teknolojilerden yararlanıyor (7). Bu uygulamalar; gerçek-zamanlı bilişsel ölçümlemeler yaparak zihinsel aktivitelere ait çeşitli verileri analiz edip, kişinin duygu durumuna dair çıkarımlar yapabilme temeline dayanıyor. Böyle bir uygulama sayesinde, ortaya çıkarılan tasarımın kullanıcıda öngörülen etkisini test etmek mümkün hale gelebilir. Örneğin oluşturduğumuz hipotezleri test ederek; tasarlanan deneyimin gerçekte kullanıcılarda yaptığı etkiyi beklenen etkiyle karşılaştırmalı olarak değerlendirme ve bu değerlendirmeler ışığında tasarımı gözden geçirme olanağı yakalayabiliriz. Böylelikle duyguyu, üzerinden tasarım fikirlerimizi değerlendirebileceğimiz bir indikatör olarak kullanmış oluruz.
Duygunun deneyim özelindeki büyük önemini düşündüğümüzde böyle bir uygulamanın önemli bir potansiyel vaat ettiğini söylemek mümkün. Diğer yandan kullanıcı deneyimi araştırmalarının büyük bir bölümü niteliksel verilere dayanıyor, dolayısıyla araştırmalardan edinilen bilgi çoğu zaman kaynağın ne kadar erişebilir olduğuyla sınırlı. Kullanıcıya dair niceliksel verilerin varlığı bu anlamda da büyük fayda sağlayabilir. Ancak burada bahsedilen zihinsel aktivitelerin kompleks yapılar olması nedeniyle böyle uygulamalara dair bilimsel bilginin güncel teorik düzleme uygun şekilde incelenip limitlerinin de göz önünde bulundurulması gerekir. Kuramsal bir çerçeve içine yerleştirilirse, kullanıcıyı ve deneyimini anlayabilmek adına çok verimli metodolojiler geliştirilebilir.
Yukarıda sunulanları göz önünde bulundurduğumuzda, tabii olarak, şu çok önemli soru ortaya çıkıyor:
“Deneyim kavramının özüne dair bir arayışa cüret etmeden, felsefi ve bilimsel anlamda bir kavrayışa yönelmeden ve tasarım sistemini bu kavrayışın üzerine inşa etmeden deneyimi tasarlamaktan bahsedebilir miyiz?”
Cevap elbette ki; “Evet”. Nitekim bugün deneyim tasarımında çalışan birçok insanın, deneyimi kavrama endişesi taşımadan da çok başarılı işler yapabildiğini görüyoruz. Çünkü bizler zihinsel melekeleri sayesinde örüntüleri görebilmekte ve görebildiklerini sistematik olarak geliştirebilmekte çok başarılı canlılarız. Deneyimi de bu sistematik çerçeve içinde geçmiş tecrübelerden sağarak oluşturduğumuz prensiplerle, verimli şekilde tasarlayabiliyoruz. Böylelikle bir çeşit deneme yanılma yöntemiyle her tasarımı sezgilerimiz ve önceki tecrübelerimiz rehberliğinde yaratıp, işlevsel olmadığını keşfettiğimiz noktaları değiştirerek kullanıcıyı ve sağlayıcıyı memnun edecek şekle sokabiliyoruz. Sonuçta organizasyonel ve teknik yapının kalitesi ortaya iyi bir iş çıkmasına yetebiliyor. Ancak tarihin binlerce kez kanıtladığı gibi zekanın ve tutkunun var olduğu bünyelerde, iyinin sınırlarına dayanıldığına ve ötesine gidilemeyeceğine ikna olmak pek mümkün değil. Daima daha iyisinin var olduğunu düşünmenin huzursuzluğu, er ya da geç bir dönüşüme kıvılcım oluyor.
Bilginin büyük bir ivmeyle çoğaldığı, daha da ulaşılabilir olduğu ve deneyimle bilim arasındaki ilişkinin daha da berraklaştığı bugün; bu huzursuzluğun kullanıcı deneyimi alanında da arttığını görebiliriz. Dahası dönüşümün çoktan başladığını da iddia etmek mümkün. Çünkü artık etrafınıza baktığınızda, deneyimlerini tasarladıkları insanlara dair iç görüler edinmek isteyen daha çok organizasyon görüyorsunuz. Artık etrafınızda, antropolojiden psikolojiye kadar insanları anlamaya çalışan pek çok disipline yüzünü dönen, onlardan nasıl faydalanabileceğini düşünen huzursuz insanlar var. Artık sadece organizasyonel ve teknik yapının kusursuzluğunu değil, bu yapının bilimsel bilgiyle zenginleşmesini de hedefliyoruz. Artık deneyimi daha da iyi anlamak istiyoruz. Çünkü artık görüyoruz, her şey deneyim.
Chatterjee, A. (2014). The aesthetic brain: How we evolved to desire beauty and enjoy art. Oxford University Press.
McGurk, H., & MacDonald, J. (1976). Hearing lips and seeing voices. Nature, 264(5588), 746-748.
Nakamura, J., & Csikszentmihalyi, M. (2014). The concept of flow. In Flow and the foundations of positive psychology (pp. 239-263). Springer, Dordrecht.
Raichle, M. E. (2015). The brain’s default mode network. Annual review of neuroscience, 38, 433-447.
von Stutterheim, C., Andermann, M., Carroll, M., Flecken, M., & Schmiedtová, B. (2012). How grammaticized concepts shape event conceptualization in language production: Insights from linguistic analysis, eye tracking data, and memory performance
Watanabe, K., & Shimojo, S. (2001). When sound affects vision: effects of auditory grouping on visual motion perception. Psychological Science, 12(2), 109-116.
Winawer, J., Witthoft, N., Frank, M. C., Wu, L., Wade, A. R., & Boroditsky, L. (2007). Russian blues reveal effects of language on color discrimination. Proceedings of the national academy of sciences, 104(19), 7780-7785.
Olsun, hangimiz unutmuyoruz ki... Yeni bir şifre oluşturmak için e-posta adresini girmen yeterli.
Kapat